Kazakistan    150.000
Azerbaycan  110.000
Rusya               90.000
Kırgızistan      50.000
Türkiye             60.000
Özbekistan     15.000
ABD                   15.000
Ukrayna            11.000
Gürcistan           1.000
Diğer                 10.000

Yaşayan Ahıska Türkleri

On farklı ülkede dağınık bir şekilde yaşamakta olan Ahıska Türkleri, aslında, yüzyıllarca günümüzde Gürcistan’ın sınırları içinde kalan ve Edirne Anlaşması’na dek Osmanlı toprağı olan Gürcistan’ın güneybatısındaki Mesheti-Cavahetya bölgesinde yaşamış, Türkçe konuşan, Hanefi-Sünnî inancına sahip bir halktır. Edirne Anlaşması’ndan sonra Osmanlı toprağı olmaktan çıkan bölge, 1918’de tekrar Osmanlı sınırlarına dâhil olmuşsa da 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars anlaşmalarıyla Türkiye’nin doğu sınırının kesinleşmesi sonucunda Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin toprağı olmuştur (Kırzıoğlu, 1992; Avşar ve Tunçalp, 1994; Avşar, 1995; Aslan, 1995; Zeyrek, 1995).

Ahıska Türklerinin kim olduğuna, tarihine ve etnik kökenine ilişkin yerli ve yabancı kaynaklarda çok çeşitli görüşler yer almaktadır. Bu görüşler, Ahıska Türkleri ile ilgili araştırma yapanların bazen etnik kimliklerine, bazen savundukları ideolojiye, bazen de tarihsel gerçekleri kavrama ve bunları aktarma biçimine göre değişmektedir.

Ahıska Türklerinin kökenine ilişkin yazında üç farklı görüş vardır. Bu üç farklı görüşün sahipleri Ruslar, Gürcüler ve Türklerdir. Gürcü tarihi kaynaklarının iddiasına göre – ki kaynaklarda Ahıska Türkleri yerine ‘Mesh’ veya ‘Mesketyalı’ terimi kullanılmaktadır – Ahıska Türkleri ‘Gürcülüğünü terk etmiş’, aslında etnik olarak Gürcü olan, öncesinde Hristiyan inancına sahip, ancak daha sonra Müslümanlaştırılmış/Türkleştirilmiş bir topluluktur. Bir başka anlatımla, bu iddiaya göre, Kars ağzıyla Türkçe konuşan, HanefiSünnî İslam inancına sahip Ahıska Türklerinin ataları, Osmanlı’nın MeshetiCavahetya’da hüküm sürdüğü dönemde Müslümanlaştırılmıştır (Mirkhanova, 2006: 34). Hatta Müslümanlaştırılmış bu Gürcülerin, iki bin yıl önce bölgede yerleşik olan ‘Mesh’lerin soyundan geldiği de ileri sürülmektedir (Tomlinson, 2002: 35).

Rus kaynakları, Ahıska Türklerinin kökenini, MÖ 2. yüzyılda Kafkasya’daki Bulgarlarla, başta Ortodoks Kıpçaklar ve Karapapaklar olmak üzere diğer ‘Türki’ kabilelerin karışımına dayandırmaktadır (Mirkhanova, 2006: 34). Benzer bir görüş, Ahıska Türklerinin Türklerle, Türkleştirilmiş Gürcülerin karışımından meydana geldiklerini ileri sürmektedir (Tomlinson, 2002: 35).

Üçüncü görüş ise Türk kaynaklarının ortaya koyduğu görüştür. Bu görüş, Kıpçakların Ahıska Türklerinin atalarından biri olduğunu kabul etmekle birlikte Osmanlı’nın Mesheti-Cavahetya’daki uzun süren istikrarlı varlığının buradaki bütün Türk unsurları yeni bir formda birleştirdiğini, Ahıska Türklerinin de bu formun unsurlarından biri olduğunu ileri sürmektedir (Tomlinson, 2002: 35). Ünlü tarihçi Akdes Nimet Kurat (1972) da Kıpçakların Ahıska Türklerinin etnik oluşumunda pay sahibi oldukları görüşünü savunmaktadır.

Tüm bu farklı görüşlerden hareketle, belki de söylenebilecek en doğru şey, Ahıska Türklerinin; Kıpçaklar, yerli Oğuz karakterli Türkmenler (Karapapaklar/Terekemeler), Anadolu’dan gelen Türkler, Kürtler, çok az sayıda da olsa Müslümanlaşmış/Türkleşmiş Gürcülerden oluşan ve aynı kültür altında bütünleşmiş bir topluluk olduğudur.

Aslında ‘Ahıska Türkleri’ adı, 1980’li yıllarda yaygınlaşmış yeni bir etnonimdir. Ahıska Türkleri, 1944 yılındaki sürgünden önce Ahıska bölgesinde yaşarlarken kendilerini ‘Kafkas Türkleri’ olarak adlandırmaktaydılar. Sovyet rejimi boyunca birlikte yaşadıkları halklar da onları ‘Türk’ olarak adlandırırken, Sovyet rejimi ise bir dönem ‘Azerbaycanlı’ adlandırmasını kullanmıştır. Grubun Müslümanlaşmış Gürcüler olduğunu ispatlama çabasında olan Gürcistan ise ‘Mesh’ veya ‘Mesketyalı’ terimlerini tercih etmektedir. Batı yazınında ‘İng. Meskhetian Turks’ veya ‘İng. Meskhetians’ olarak adlandırılan Ahıska Türklerinin adlandırılması meselesinin siyasi boyutu vardır. Özetle; aynı sürgün ve ayrımcılıkları yaşamış, büyük çoğunluğu Türk/Türkmen, az sayıda Kürt ve bazı Müslümanlaşmış/Türkleşmiş Gürcüler, Ahıska Türkleri adı altında birleşmişlerdir (Aydıngün, 2007: 340-341).

Ahıska’nın Kısa Tarihi

Günümüzde Gürcistan sınırları içinde yer alan Ahıska bölgesinin Ahıska şehri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çıldır Eyaleti’nin merkeziydi. Bugün Türkiye-Ermenistan sınırının kuzeyinde, Gürcistan’ın Acara Özerk Cumhuriyeti’nin doğusunda, Tiflis’in güneybatısında, Türkiye’nin kuzeydoğusunda Ardahan’la sınır olan bir bölgedir. 220 civarında köyden oluşan bölgenin önde gelen rayonları Adıgön, Ahılkelek, Ahıska, Aspinza ve Bogdanovka’dır. Azgur ve Hırtız da önemli yerleşim yerlerindendir. Posof Çayı’nın iki tarafında yer alan ve Türkiye sınırına 15 km uzaklıkta olan Ahıska, kara yoluyla Tiflis, Batum ve Türkiye’ye bağlanmaktadır (Kırzıoğlu, 1992).

Birçok kaynak, tarihte Mesketya olarak bilinen Ahıska ve çevresinde, MÖ 4. yüzyılda Bun-Türklerin yaşadığını, daha sonra bu bölgeye Hunların, Hazarların ve Kıpçakların geldiğini kaydetmektedir. Bölgeye adını veren ‘Mesh/ Meskh/Meskhi’ halkına birçok kaynakta rastlanmakla birlikte bu halkın akıbeti hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır. Türkçe kaynakta yer alan görüşlere göre Ahıska ve çevresinin Türklük tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Örneğin Kırzıoğlu (1992), Ahıska bölgesinin eski bir Atabek yurdu olduğunu, burada yaşayanların çoğunluğunun Kuman-Kıpçak halkına mensup olduğunu, bölgedeki Türklüğün Anadolu’dan önce başladığını ileri sürmektedir.

Kafkasya’nın tarih boyunca kavimler göçüne sahne olduğu bilinmektedir. Ahıska bölgesi de kavimler göçünün önemli sahnelerinden biridir. Bölge, farklı dönemlerde Sakaların, Hunların, Bulgarların, Kıpçakların ve Hazarların egemenlik kurduğu bir bölgedir. Bu halklar arasında bölgeye damgasını vuranlar Kıpçaklardır. Kıpçaklar bölgenin Türkleştirilmesinde önemli rol oynamışlardır. Ahıska ve çevresinin 1068’de Sultan Alparslan tarafından fethedilerek Selçuklu devletine katılması üzerine, Selçuklularla savaşacak ve bölgeye Oğuz Türklerinin yerleşmesine karşı çıkacak gücü bulunmayan Gürcü Kralı II. David, Kıpçakları 1118 yılında ülkesine davet etmiştir. Bu davet üzerine Azak Denizi’nin doğusu ve Kafkasların kuzeyinden Gürcistan’a gelerek, Kür ve Çoruh ırmakları kıyılarına yerleşerek güçlü bir ordu kuran Kıpçakların bölgeye yerleşmeleri daha sonra da artarak devam etmiş ve Gürcistan’da Kıpçak unsuru artmıştır. Gürcülerle aynı dinî inancı paylaşmalarının avantajıyla, zamanla Gürcü devletinin yönetiminde çok güçlü bir konuma gelen, siyasi ve askerî bakımdan güçlenen Kıpçaklar, bağımsızlıklarını ilan ederek 1267’de, Ahıska’da Atabek Beyliğini/Devletini kurmuşlardır. Atabek Devleti; Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî Türk devletlerinin himayesinde, 310 yıl hüküm sürerek, 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar varlığını korumuştur (Zeyrek, 1995: 28; Kırzıoğlu, 2008: 12; Demiray, 2012: 877-879).

Osmanlı-Safevî savaşlarına son veren Amasya Anlaşması’nın (1555) şartlarına Safevîlerin uymaması, Gürcistan’ın, Osmanlılarla Safevîler arasında çıkan savaşlara bir kez daha sahne olmasına yol açmıştır. Şah Tahmasb’ın ölümünden sonra Safevî Devleti’nde çıkan iç karışıklığı fırsat bilen Osmanlı Devleti, 1578 yılında düzenlediği Kafkasya seferiyle Ahıska Atabeklerinin topraklarını Osmanlı topraklarına katmış ve Ahıska şehri yeni kurulan Çıldır Eyaleti’nin başkenti olmuştur. Merkezi Ahıska şehri olan Çıldır Eyaleti’ne Bedre, Azgur, Ahılkelek, Hırtız, Cecerek, Ahıska, Altunkale, Acara (günümüzde Gürcistan’da); Maçahel (günümüzde bir kısmı Gürcistan’da), Livana, Yusufeli, Ardanuç, İmerhev, Şavşat (Artvin’e bağlı); Oltu, Narman, Kamhıs (Erzurum’a bağlı); Posof, Ardahan, Çıldır ve Göle (Ardahan’a bağlı) sancak olarak bağlanmıştır (Zeyrek, 1995: 29-30). Osmanlı hâkimiyetinin başlamasıyla yaklaşık 300 yıldır burada yaşayan Ortodoks Kıpçak Türkleri de Müslümanlaştırılmıştır (Kırzıoğlu, 1992). Bölgenin Osmanlı topraklarına katılmasıyla Ahıska ve Anadolu arasında karşılıklı nüfus hareketleri gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti, her fethettiği yerde uyguladığı politikayı burada da uygulayarak Konya, Tokat ve Yozgat civarından seçtiği insanları Ahıska ve çevresine yerleştirmiştir. Anadolu’dan gelen Oğuz Türkleri burada Kürtler, Karapapaklar/ Terekemeler ve diğer gruplarla yaşamaya başlamışlar; zaten az sayıda olan Kürtler zamanla Ahıska Türkleriyle karışıp Türkleşmişlerdir (Avşar ve Tunçalp, 1994: 6).

Yaklaşık 250 yıl Osmanlı’nın Çıldır Eyaleti’nin başkentliğini yapan, önemli bir kültür ve ticaret şehri olan Ahıska, aynı zamanda Osmanlı’nın doğu sınır kapısını oluşturmuştur. Rus Çarlığı, Anadolu’yu işgal etmek için bir engel olarak gördüğü Ahıska’yı işgal etmek amacıyla çeşitli tarihlerde (1807, 1810, 1811, 1812) birkaç kez saldırıda bulunmasına karşın başarılı olamamıştır. Çarlık orduları, Gürcü ve Ermeni güçlerinin de desteğiyle, yaklaşık üç aylık bir kuşatma ve 40 bin Ahıskalının ölümünden sonra 1828’de Ahıska Kalesi’ni ele geçirmiştir (İzzetgil, 2012a: 3). İşgalin ardından, bir taraftan halkın Anadolu’ya göçe zorlanması, diğer taraftan halkın gönülsüz de olsa topraklarını terk etmesi, bölgedeki Türk nüfusunun önemli ölçüde azalmasına neden olmuştur. 1829’da imzalanan Edirne Anlaşması ile Ahıska ve Ahılkelek savaş tazminatı olarak Ruslara terk edilirken, Kars, Ardahan ve Çıldır Osmanlı Devleti’nde kalmıştır (Avşar ve Tunçalp, 1994: 16).

Edirne Anlaşması’ndan sonra Rus hâkimiyetine giren bölgeye Ruslar, 1828’de imzalanan Türkmençay Anlaşması ile daha önce bölgeye yerleştirdiği 50 bin Ermeni’ye ilaveten, Doğu Anadolu’dan 100 bin civarında Ermeni’yi daha Ahıska ve Ahılkelek’e yerleştirmişler ve bölgenin demografik yapısını büyük ölçüde değiştirmişlerdir (Khazanov, 1992: 3; Baydar-Aydıngün, 2001: 64-65).

Ahıska, her ne kadar, Osmanlı toprağı olmaktan çıktıysa da halkı Osmanlı’yla olan bağını hiçbir zaman koparmamıştır. 1853-1856 Osmanlı-Rus/Kırım Savaşı sırasında Ahıska Türklerinin bir kısmı, Osmanlı ordusuna yardım etmeleri nedeniyle yoğun bir baskıyla karşılaşınca Erzurum ve civarına kaçmışlardır. 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Kars’ın da elden çıkmasıyla Ahıska Türkiye sınırından uzak kalmıştır. Bu savaştan sonra Doğu Anadolu’dan Ahıska bölgesine yoğun Ermeni göçü yaşanmıştır (Avşar, 1997: 1621). Osmanlı Devleti’nin halkla birlikte bölgeyi Ruslardan geri alma çabası gerçekleşemediği gibi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Ayastefanos Anlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum da kaybedilmiş, sonuç olarak Kafkasya’dan Anadolu’ya yoğun bir göç dalgası yaşanmıştır.

1918’de imzalanan Brest-Litovsk Anlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum – sonra Sovyetler Birliği’ne verildi – yeniden Türkiye’ye bırakılmıştır. 1917 Devrimi’nin ardından, Transkafkasya Federasyonu’nun çöküşüyle 1918 yılında Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Gürcistan sınırları içinde kalan Ahıska ve Ahılkelek halkı, Sovyetlerin ilan ettiği kendi kaderini tayin hakkını kullanarak Türkiye’ye katılmak istediklerini Menşevik Gürcü yönetimine bildirmişlerdir.

11 Mayıs-4 Haziran 1918 tarihlerinde toplanan Batum Konferansı sonunda imzalanan Batum Anlaşması ile Gürcistan Hükümeti, Ahıska ve Ahılkelek’in Türkiye’ye bırakılmasını kabul etmiştir (Baydar-Aydıngün, 2001: 65). Ancak, 18 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi çerçevesinde Türk birlikleri Ahıska ve çevresinden çekilmek zorunda kalmış, Ahıska 5 Aralık 1918’de Gürcülerin eline geçmiştir. Türk birliklerinin bölgeden çekilmeleri, bölgenin Türkiye’de kalmasını sağlamaya çalışan halkın ortaya koyduğu çabaların da boşa çıkmasına neden olmuştur. Türk birlikleri, Ahıska ve çevresinden sonra, Şubat 1919’da Kars, Ardahan ve Batum’u da boşaltarak 1914 sınırlarının gerisine çekilmiştir (Demiray, 2012: 880).

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan 16 Mart 1921 Moskova ve 13 Ekim 1921 Kars anlaşmalarıyla Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşmiştir. Moskova Anlaşması’na göre Ahıska, Ahılkelek ve Batum Türkiye sınırları dışında kalırken, Kars ve Ardahan Türkiye’ye dâhil olmuştur. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan, Moskova ve Kars anlaşmalarının kendileri için de geçerli olduğunu kabul etmişlerdir (Aydıngün, 2008: 4). Siyasi sınırların çizilmesiyle Türkiye’nin Ahıska ile başta fiziki/coğrafi olmak üzere tüm tarihsel ve kültürel bağları kopmuştur.

1921’den 1944’e Ahıska Türkleri

1921 yılı, 1918-1921 yılları arasında varlığını sürdüren Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının sona erdiği ve Sovyet güçlerinin ülkenin kontrolünü bütünüyle ele geçirdiği yıldır. Çarlık Rusyası dönemindeki baskılar ve hak ihlalleri Sovyet Gürcistan’ı döneminde de sürmüş; hem Rusların hem de Gürcülerin ayrımcı uygulamalarıyla karşı karşıya kalan Ahıska Türkleri, sürgünün gerçekleştirildiği 14 Kasım 1944’e kadar çeşitli zorluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Ahıska Türkleri, Stalin’in 1920’lerin sonlarına doğru uygulamaya başladığı baskıcı politikalarından önemli ölçüde etkilenmişlerdir. 1920’lerin sonunda, özellikle de 1930’lu yıllarda, Sovyet rejiminin Ahıska Türklerine yönelik uyguladığı ayrımcı ve baskıcı politika, birçok Ahıska Türkü’nün Türkiye’ye kaçmasına neden olmuş, bu nedenle birçok aile parçalanmış, kaçak geçişler sırasında ölümler ve birçok bireysel dram yaşanmıştır. 1930’larla birlikte Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli giderek ağırlaşmaya başlamıştır. Bu yıllar, aynı zamanda Gürcü şovenizminin de artmaya başladığı yıllardır.

1930’lara kadar etkili olan ‘yerlileştirme’ (Rus. korenizatsiya) politikası sayesinde Türkçe eğitim veren okullar kapatılmamışsa da, Ahıska Türkleri Sovyet rejimi tarafından, özellikle Türkiye’ye yakınlıkları dolayısıyla ‘güvenilmez halk’ olarak nitelendirilmişlerdir. Ermeni sürgününün etkileri bölgedeki Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin de gerginleşmesine yol açmıştır. Bu dönemde, yukarıda da belirtildiği gibi, Ahıska Türklerinin bir kısmı sınırdan kaçarak Türkiye’ye göç etmeye devam etmişlerdir. 1930’lara gelindiğinde ise artık sınırdan Türkiye’ye kaçmak imkânsızlaşmış, Sovyet rejimi bölgedeki etkinliğini büyük ölçüde pekiştirmiştir. Şüphesiz, Türkiye’ye kaçamayanlar ya da topraklarında kalmayı tercih edenler 1944’te yaşayacakları sürgünü tahmin dahi edemezlerdi.

Sovyet milliyetler politikası, biraz da 1917 Devrimi’ne taraftar toplamak amacıyla, ilk dönemlerde halkların kendi kaderini tayin (İng. self-determination) hakkını benimsemiş ve tüm milliyetlerin özgürlüğünü savunmuştur. Ancak, bu ilkenin vurgulanması, ilerleyen dönemlerde bir Sovyet kimliği yaratmaktan çok, var olan ya da rejimin uydurduğu etnik kimlikleri güçlendirmiştir. Bu durumu gören Sovyet rejimi, milliyetler politikasından saparak, özellikle rejim için tehlikeli gördüğü bazı halkların kimliklerini resmî olarak tanımamaya başlamıştır. Bu çerçevede, rejim, Sovyetler Birliği sınırları içinde hiç Türk yaşamadığı tezini benimsemiştir. Dinî, kültürel ve siyasi baskılara hedef olan Ahıska Türkleri, ‘Azerbaycanlı’ olarak adlandırılarak ‘Azerbaycanlı’ kimliği içinde eritilmeye çalışılmış, ‘Türk’ milliyeti Sovyet milliyetler politikası çerçevesinde resmen tanınan milliyetlerden (Rus. natsiyonal’nost) sayılmamıştır. Bunun sonucunda Türkçe eğitim kaldırılmış, 1939 nüfus sayımında pasaportlarında ‘Türk’ yazanlar ‘Azerbaycanlı’ olarak kayıtlara geçmiştir. Diğer taraftan, Gürcistan, Ahıska Türklerinin ‘Türk’ değil, ‘Müslümanlaştırılmış Gürcüler’ oldukları tezini öne sürmeye başlamıştır. Kimliklerine yönelik yapılan tüm müdahalelere rağmen Ahıska Türkleri kendilerini ‘Türk’ olarak tanımlamaktan vazgeçmemişlerdir. Bu günümüzde’de böyle devam etmektedir.Bir başka anlatımla, ‘Türk’ kimliğine yapılan saldırılar, Ahıska Türklerinin Türklüklerinin güçlenmesine neden olmuştur. 1930’lu yıllarda, önde gelen aydınlar ve ‘bey’ler, siyasi görüşleri ve toplumsal statüleri nedeniyle Sibirya’ya sürülmüşlerdir.

Sovyetler Birliği, hem komünist ideolojinin bir gereği olarak hem de komünist düşünceyi insanlara daha fazla benimsetebilmek için bireysel toprağı ve emeği ‘kolektifleştirme’ (İng. collectivization) politikası uygulamıştır. 1928’den 1933’e kadar uygulanan ‘kolektifleştirme’ politikası Ahıska’da 1929’da başlamış, tüm diğer halklar gibi Ahıska Türkleri de bu uygulamadan olumsuz etkilenmişlerdir. Bir taraftan, toprak sahibi beylerin topraklarına el konularak sürülmeleri, diğer taraftan ancak kendine yetecek ölçüde üretim yapabildiği toprağın kolektifleştirilmesi, zaten son derece güç ekonomik koşullarda yaşayan Ahıska Türklerinin daha da yoksullaşmalarına neden olmuş, buna bir de 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı eklenmiştir.

14 Kasım 1944 Sürgünü

İkinci Dünya Savaşı’na kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri savaş başlayınca askere alınmış, yaklaşık 40 bin Ahıska Türkü silah altına alınarak cepheye gönderilmiş, kalanlar ise demir yolu inşaatında çalıştırılmışlardır. Aslında, Sovyet rejimi, savaş başlamadan önce 1938-1940 yıllarında, Ahıska ve çevresine on binlerce Sovyet askeri yerleştirerek, hem Ahıska Türklerinin ‘güvenilmez halk’ olduğu mesajı hem de savaş bitiminde uygulamayı planladığı Ahıska Türklerinin sürgününe ilişkin ipucu vermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerinin en önemli özelliği, Stalin dönemi Sovyet Rusyası’nın Rus olmayan, özellikle de coğrafi olarak stratejik diye nitelendirilebilecek yerlerde yaşayan halklara duyduğu güvensizliktir.

Ahıska Türklerinin sürgün kararı, resmî belgelere göre, ‘sınır güvenliği’ni sağlamak için alınmıştır. Sovyet otoriteleri Ahıska Türklerine; sürgünün geçici olduğunu, kısa zaman sonra evlerine dönebileceklerini, Alman ordusuna karşı kendi can güvenliklerinin sağlanması için bunun yapıldığını duyurmuşlardır. Ahıska Türklerinin bir kısmı buna inanırken diğer bir kısmı sürgün yolculuğu sırasında kendilerinin öldürülmelerinin planlandığını düşünmüşlerdir (Tayfur, 1994: 37). Oysa sürgünün gerçekleştirildiği tarihte Alman orduları geri çekilmekteydi. Aslında Ahıska bölgesi hiçbir zaman Alman işgaline uğramamıştı.

Hiçbir resmî suçlamaya dayanmayan sürgünün gerçek nedeniyle ilgili çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan biri, Stalin’in, Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa girebileceği ve Türkiye sınırındaki bölgelerde yaşayan Ahıska Türklerinin Türkiye ile iş birliği yapabileceği endişesidir. Bir diğer gerekçe, Rusya’nın sıcak denizlere inme genel stratejisi çerçevesinde engel olarak görülen Batı ve Güney Kafkasya’daki Türk/Türk dilli/Müslüman halkları mümkün olduğu kadar uzağa taşıma düşüncesinin hayata geçirilmesidir (Cornell, 2001: 171). Benzer başka bir gerekçe de Stalin’in Türkiye üzerindeki Sovyet etkisini artırarak Boğazları kontrol altında tutma hedefinin yanı sıra Ardahan ve civarını işgal etme planları yapmasıdır. Stalin döneminin en dikkat çekici uygulamalarından biri, Türkiye sınırlarındaki bütün Slav ve Ermeni olmayan halkların sürülerek yerlerine Rusların, Ermenilerin veya Ukrainlerin yerleştirilmiş olmasıdır.

Stalin döneminde, 1936 ve 1952 yılları arasında yaklaşık üç milyon insan, yaşadıkları yerlerden Sibirya ve Orta Asya’ya sürülmüşlerdir. Ahıska Türkleri de sürgün halklarından biridir. Ahıska Türklerinin Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülme emirleri Stalin’in direktifi doğrultusunda İçişleri Bakanlığı Milliyetler Komiseri Lavrenti Beriya tarafından kaleme alınan 24 Temmuz 1944 tarihli kararla duyurulmuş, sürgün 14 Kasım 1944’te gerçekleştirilmiştir. Ahıska Türkleriyle birlikte az sayıda da olsa Kürt, Terekeme/Karapapak ve Hemşin de sürülmüştür. Ahıska Türklerinin sürgünü, hem Sovyetler Birliği’nde hem de uluslararası kamuoyunda çok az duyulmuştur.

Sürgün, 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan gece yarısı gerçekleştirilmiştir. Daha önce bölgeye yerleştirilen Sovyet askerleri, halka iki saat içinde eşyalarıyla birlikte köy meydanında toplanmalarını söylemiştir. Halka, güvenlik gerekçesiyle kısa bir süreliğine başka yerlere nakledilecekleri, bunun kendilerini Alman tehlikesinden korumak için yapıldığı ve bu durumun geçici olduğu söylenmiş, dolayısıyla birçok insan savaştan sonra ana vatanlarına döneceğine inanmıştır. Bu nedenle, insanlar yanlarına fazla bir şey almadan – zaten buna çok da fazla izin verilmemiştir – evlerinden çıkmışlardır. Köy meydanlarında toplanan halk kamyonlarla istasyonlara götürülüp hayvan taşımacılığında kullanılan yük vagonlarına bindirilmişlerdir. Ahıska Türkleri, insan taşımacılığı için hiç de uygun olmayan vagonlara rastgele bindirilerek kapıları dışarıdan kilitlenmiştir. Orta Asya’ya gelindiğinde Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da daha önce belirlenen yerlerde ve belirlenen sayıda vagon diğerlerinden ayrılmış, tren yoluna devam etmiştir. İnsanların vagonlara planlı olarak bindirilmemeleri, aile bireylerinin birbirlerinden koparak ayrı düşmelerine neden olmuş, sürgünden sonra yıllarca birbirlerine kavuşamamışlardır (Baydar-Aydıngün, 2001: 68; İzzetgil, 2012a: 4).

Sürgünün yapıldığı dönem bölgede kış mevsiminin hüküm sürdüğü dönemdir. Sürgün çok zor koşullarda gerçekleşmiş; insanlar soğuk, açlık ve hastalıkla baş etmeye çalışmışlardır. Vagonlarda ısıtma sistemi ve tuvaletin olmayışı nedeniyle birçok insan soğuktan ölmüş; geleneksel terbiye çerçevesinde kadınlar aile büyüklerinin yanında tuvalet gereksinimlerini giderememekten ötürü yaşamlarını kaybetmişlerdir. Sürgün yolculuğu sırasında ölen binlerce insanın büyük çoğunluğunu çocuklar, yaşlılar ve kadınlar oluşturmuştur. Vagon kapılarının günde sadece bir kez açılması, sınırlı miktarda yiyecek ve su verilmesi, temel gereksinimlerinin giderilmesi için çok az süre tanınması, can kayıplarının binleri bulmasında başta gelen temel etkenlerdir. Yaklaşık 40- 45 gün süren yolculuk sırasında ölülerin gömülmelerine bile izin verilmemiş, çoğu insan trenin duracağı ana kadar ölülerini saklamaya, tren durduğunda da çok kısıtlı bir sürede ölülerini gömmeye çalışmışlardır. Bunu yapmaya fırsat bulamayanların ölüleri, askerler tarafından zorla alınıp rastgele dışarı atılmıştır.

Sürgüne ilişkin değişik kaynaklarda farklı sayılar yer almaktadır. 1926 nüfus sayımında Gürcistan’da 137.921 kişi Türk olarak kaydedilmiştir. Bazı kaynaklarda sürülenlerin sayısı 200 bin civarındadır (Conquest, 1970: 64- 65). Sürülenlerin sayısını 150 bin olarak veren kaynak da vardır (Wimbush ve Wixman, 1987). Bir başka kaynağa göre ise 86.500 kişi Ahıska’dan (4 bin Kürt, 10 bin Karapapak ve 72.500 Türk), 8.500 kişi Acara Özerk Bölgesi’nden (4.600 Kürt, 2.500 Türk ve 1.400 Hemşin) sürülmüştür. Birinci grup 14-15 Kasım 1944, ikinci grup 25-26 Kasım 1944 tarihlerinde sürülmüştür (Ossipov, 1994).

18 Kasım 1944’teki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Halk İçişleri Komiserliği’nin (NKVD) kayıtlarına göre sürülenlerin sayısı 92.307’dir. Bunların 18.923’ü erkek, 27.399’u kadın, 45.985’i 16 yaşın altındaki çocuklardır. SSCB Halk İçişleri Komiserliği Özel İskân Yerleri Başkanlığının Mart 1944-Ocak 1946 dönemi çalışmalarına ilişkin raporda, 1945 yılı Ekim ayı itibarıyla ülkede özel iskân rejiminde tutulmak üzere tahliye edilenlerin sayısı 2.230.500 kişi kadardır. Bu sayının 88.800’ünü Türkler, Kürtler ve Hemşinler oluşturmaktadır. Raporun bir başka yerinde ise Türklerin sayısı 81.575 (19.492’si erkek, 25.107’si kadın, 37.047’si 16 yaş altı çocuk) olarak yer almaktadır (Uravelli, 2011: 10-11).

1949 yılında, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının Milliyetler Komiseri Lavrenti Beriya için hazırladığı raporda sürülen Ahıska Türklerinin sayısı 94.955 olarak verilmiş, 17 bin Ahıska Türkü’nün sürgün yolculuğu sırasında öldüğü belirtilmiştir (Bugai ve Kotof, 1994: 15-16). Kaynaklarda, yolculuk sırasında ölenlerin sayısının 15 bin ile 30 bin arasında değiştiği, hatta çoğunluğu çocuk ve yaşlılardan oluşan 50 bin kişiyi bulduğu da ileri sürülmektedir (Khazanov, 1992: 4).

Bu rakamlara, sürgün sırasında yerleşim yerlerinde bulunmayan, adları ve yerleri belirlendikçe sürgün edilen insanlarla, askere alınanlar dâhil değildir. Askerdeki Ahıska Türkleri cepheden döndükten sonra sürgünden haberdar olmuşlar, yakınlarının bulunduğu yerlere daha sonra gönderilmiş ya da kendi olanaklarıyla ulaşmışlardır (Demiray, 2012: 880).[15]

Sürüldükleri Sovyet cumhuriyetlerindeki halklarla uyumlu ve barış içinde yaşayan Ahıska Türkleri, 1989’da, Fergana’da Özbeklerin saldırıları sonucunda yine göç etmek zorunda kalmışlar, âdeta ‘ikinci bir sürgün’ yaşamışlardır. Ahıska Türklerinin bir kısmı Sovyet yetkililerince Rusya, Ukrayna ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist cumhuriyetlerinde hazırlanan yerlere yerleştirilmiş, bir kısmı ise kendi olanaklarıyla, başta yine bu cumhuriyetler olmak üzere, akrabalarının bulundukları yerlere göç etmişlerdir. Bu ‘ikinci sürgün’, zaten dağınık yaşamakta olan Ahıska Türklerini mekânsal olarak biraz daha birbirlerinden uzaklaştırmıştır.

Sovyetler Birliği döneminde ana vatanlarına dönme taleplerini sürekli dile getiren ve birçok girişimde bulunan, ancak sonuç alamayan Ahıska Türklerinin Gürcistan’a dönme istekleri zamanla azalmıştır. Ahıska Türkleri, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki ilk yıllarda, Giriş bölümünde belirtilen nedenlerden ötürü, Türkiye’ye göç etmeyi tercih etmişlerdir. Burada dikkati çeken nokta, Türkiye’yi ana vatanları, Türkiye Cumhuriyeti devletini de sahip oldukları yegâne devlet olarak görmelerinin dışında, yaşadıkları ülkelerdeki kronik ekonomik sorunların ve diğer yapısal sorunların yol açtığı düşük yaşam standardından kurtulmak ve daha iyi koşullarda yaşamak amacıyla göç edenler olduğudur. Ancak, Rusya Federasyonu’nun Krasnodar bölgesinde yaşayan Ahıska Türklerinin uzun bir süre göç etme özgürlükleri bile olmamıştır. Vatandaşlık statüsünün tanınması nedeniyle pasaportsuz/ kimliksiz yaşamak zorunda kalmaları, sürekli baskılarla ve insan hakları ihlalleriyle karşılaşmaları, buradaki Ahıska Türklerini yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu arayışta karşılarına çıkan Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) göç etme fırsatını değerlendiren on binin üzerinde Ahıska Türkü için yeni bir yaşam başlamıştır. Her ne kadar, ABD’ye göç, çok uzun yıllardır her türlü baskı, şiddet ve ayrımcılıkla karşılaşan Ahıska Türkleri için insanca yaşamanın bir fırsatı olarak değerlendirilse de, bu göçü ve yeni yaşamı ‘üçüncü sürgün’ olarak nitelendiren birçok Ahıska Türkü de bulunmaktadır.

1944 sürgünü, sürgünü yaşayanlar için önemli bir travma olmuştur. Ahıska Türkleri bu travmayı toplumsal bir acı olarak tanımlamışlar, dikkat çekici bir geniş aile dayanışması sayesinde bu travmayı atlatmayı ve yeni hayatlar kurmayı başarmışlar, sürgünü ve onun neden olduğu acıları kuşaktan kuşağa bilinçli olarak aktarmışlardır. Bu sürgün, Ahıska Türklerinin Türklük bilincinin korunmasına ve güçlenmesine neden olan en temel unsurlardan biri olmuştur.

Sürgünde Yaşam, Örgütlenme ve 1989 Fergana Olayları

Stalin dönemine damgasını vuran olaylardan biri, çeşitli gerekçelerle milyonlarca insanın yerlerinden edilerek SSCB’nin değişik yerlerine sürülmeleridir. Sadece 1936-1952 yılları arasında değişik milliyetlere mensup üç milyondan fazla insan Sibirya ve Orta Asya’ya sürülmüşlerdir. Ahıska Türkleri de sürülen halklardan biridir. Ahıska Türklerini sürülen diğer halklardan ayıran özelliklerden biri, kendilerine ait özerk bir idari birimlerinin olmamasıdır. Bu nedenle, resmî olarak ‘tanınmayan halklardan/milliyetlerden’ biri olmuş ve ana vatanlarına dönüş hakkını hâlen elde edememişlerdir. Ahıska Türklerinin sürgünü 1968 yılına dek uluslararası düzeyde bilinmediği gibi Sovyetler Birliği’nde de çoğunluk tarafından duyulmamıştır (Kreindler, 1986: 388-391; Conquest, 1987; Baydar-Aydıngün, 2001: 68).

İnsanlık dışı koşullarda, hayvan vagonları içinde Gürcistan’dan Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülen, sürgün sırasında açlıktan, soğuktan ve hastalıktan yaklaşık 20-30 bin insanını kaybeden Ahıska Türklerinin can kayıpları, sürüldükleri ülkelerde ilk yıllarda da sağlıksız koşullar, açlık ve hastalık nedeniyle sürmüştür.

Bursa’da mülakat yapılan ve sürgünü deneyimlemiş bir Ahıska Türkü kadın yaşadıklarını şöyle anlatmıştı:

1944 yılının Kasım ayında sürgün olduk. Mesela benim babam askere gitmiş, anam dokuz çocuğuyla kalmış, en büyüğü on dört yaşında. Kasım ayının bir akşamı yürüyüş yaparlarken duyuyorlar ki yirmi dört saatin içinde sürgün olacakmışız. Biz o vakit Gürcistan’da yaşıyoruz. Gençler, erkekler yok idi. Hepsi askere gitmiş idi. Hep ihtiyarlarımız kalmış idi, bir de kız, gelin, kadınlar. Gürcülerle beraber yaşıyorduk. Tek tek Müslümanları seçtiler, Gürcüler kaldı, bizi yük trenlerine doldurdular, sürdüler. Üç gün, üç gece tren yolunda kaldık, sonra her vagonun içine beş, altı aile doldurdular. Vagonlara doldurdular, kimi tek kalmış, kimi aç, susuz, hava soğuk. Ateş yok, odun yok. Bir ay yol geldik Özbekistan’a. Taşkent denen yere götürdüler bizi. Yolda ölenlerimiz çok oldu. Benim babamın amcası yolda rahmete gitti. Çok insanlarımız öldü. Çok azaplar yaşadık biz.

Kazakistan’da mülakat yapılan sürgünü yaşamış yaşlı bir diğer Ahıska Türkü de yine benzer olayları dile getirmişti:

İnsanlar vagonların içinde ölüyorlardı ve onları gömmemize izin yoktu. Her istasyonda askerler gelip ölüleri topluyordu. Bazılarımız usulünce gömebilmek için ölüleri halıların içinde veya başka şekilde saklıyordu.

Sürüldükleri ülkelerde 1956 yılına kadar ‘özel yerleşim’e (Rus. spetsposeleniye) tabi tutulmuşlar, belirli bir bölgenin dışına çıkma hakkı ve seyahat etme özgürlüğü olmaksızın bir tür toplama kampı hayatı yaşamışlar ve yerlerinden ayrılmadıklarını kanıtlamak üzere belli aralıklarla özel polis birimine (Rus. kommendatura) giderek imza atmak zorunda bırakılmışlardır.

Bursa’da mülakat yapılan kırklı yaşlarda bir hekim, anne ve babasının sürgüne ilişkin ona aktardıklarını bize anlatırken, sürgün sırasında farklı yerlerde bulunan aile fertlerinin farklı vagonlara bindirildiği, dolayısıyla birbirlerinden nasıl ayrı düştüklerini de anlatmış ve özel yerleşim rejimine ilişkin şunları belirtmişti:

Stalin ölene kadar bizim millet çok çekmiş. Farklı farklı vagonlara düşen aile bireyleri, Orta Asya’da farklı köylere düşmüşler. Mesela bir köyde baba, öbür köyde oğlu kalmış, birbirlerini görmek mümkün değil imiş, her şey için izin almak gerekiyormuş. Yerinde durduğunu göstermek için düzenli gidip imza atmak gerekiyormuş.

Ahıska Türkleri, sürüldükleri Orta Asya cumhuriyetlerinde – 

Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan – sadece sürgün olmanın, bir nevi toplama kampı yaşamı sürmenin getirdiği zorlukların yanı sıra o dönemde Orta Asya cumhuriyetlerinin içinde bulunduğu savaş koşulları ve rejimin dayatmalarının neden olduğu zorlukları da Orta Asya halklarıyla birlikte yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu açıdan bakıldığında, hakkını savunma veya vatana dönme mücadelesi verme gibi hususlarda değil, hayatta kalabilmek için mücadele vermek zorunda kaldıklarını kolaylıkla ifade edebiliriz. Sovyet rejiminin en baskıcı yüzünü gösterdiği bu yıllar, daha çok, Ahıska Türklerinin hiçbir şekilde beklemedikleri, alışık olmadıkları yeni yaşam biçimine alışmaları, yeni bir hayat kurabilme mücadelesi vermeleriyle geçmiştir.

‘Halk düşmanı’ olarak adlandırılarak sürülen bu halk, sürüldüğü ülkelerde zamanla yerel halkların güvenini büyük ölçüde kazanmışsa da, pasaportlarında taşıdıkları özel bir işaret nedeniyle uzun yıllar boyunca yükseköğretim hakkından yoksun olma veya önemli görevlere atanamama gibi ayrımcılıklara maruz kalmışlar, dolayısıyla ağırlıklı olarak kırsal bölgelerde yaşamak ve tarımla geçinmek zorunda bırakılmışlardır (Aydıngün ve Asker, 2012: 180).

Mülakatlarda birçok Ahıska Türkü, sürgün bir halkın üyesi olmalarından kaynaklanan ayrımcılıklara, özellikle de eğitim konusunda maruz kaldıkları ayrımcılıklara dikkati çekmişlerdir. Ahıska Türklerinin uzun yıllar üniversitelere kabul edilmemesi, mülakatlarda ön plana çıkarılan konulardan biri olmuştur. Bu konudaki ayrımcılık, Ahıska Türklerinin tarımla ve ticaretle uğraşmalarına neden olmuştur. Bursa’da mülakat yapılan bir Ahıska Türkü, sürgünde yaşananları anlatırken Ahıska Türklerinin Orta Asya’da çoğunlukla kırsal bölgelere yerleştirildiğini ifade etmiş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

İnsanların barınamayacağı yerlere bırakmışlar bizim milletimizi. Şehirlere yerleştirmemişler. Orta Asya’da insanlar birçok şeyi bilmiyormuş. Mısır ekmeği yapmayı, domates, patates ekmeyi, ekip biçmeyi hep bizimkilerden öğrenmişler. Bizimkiler çok şey vermişler o toplumlara. Çok çalışmışlar ve her şeyi sıfırdan yapmışlar. Ama insanoğluna has bir şey var. Siz bir şeylerin sahibi olunca, çekememezlik başlıyor.

Kazakistan’da görüşülen Kazakistan doğumlu, üniversite mezunu bir Ahıska Türkü kadın da şunları söylemişti:

Ahıskalıların çoğu köyde yaşar. Şehirde çok azlar. Biliyorum ki Ahıskalılarda okumuşlar, doktorlar, mühendisler var, ama onların da bazıları köyde yaşarlar. Zaten Sovyet vaktinde on yıl okumak zorunluydu. Sürülen kuşak bu kadar okumadı ama sonra bizler en az on yıl okuduk. Bizim zamanımızda üniversiteye gitmek de mümkün oldu. Dolayısıyla, bazılarımız üniversiteyi bitirdi.

Başta sürgün olmak üzere çeşitli ayrımcı devlet politikalarına maruz kalan Ahıska Türkleri, varlıklarını sürdürebilmek ve karşılaştıkları sorunlarla baş edebilmek için çok güçlü bir etnik grup dayanışması geliştirerek Sovyet rejimi boyunca kapalı bir grup olarak yaşamışlar; böylelikle dillerini, kimliklerini, geleneklerini ve dinlerini koruyabilmişlerdir.

Bu süreçte, Sovyet rejiminin kendilerini Azeri nüfus içinde eritme ve/veya etnik olarak Gürcü olduklarını kabul etmeleri doğrultusundaki uygulamalarına da direnmişlerdir. Ahıska Türkleri, bu baskılara karşın Türklüklerini vurgulamaktan geri kalmamışlar, pasaportlarının milliyet hanesinde ne yazarsa yazsın kendilerini hep Türk olarak tanımlamışlar, birlikte yaşadıkları diğer gruplar da onları Türk olarak tanımlamışlardır. Bir başka anlatımla, ana vatanlarında yaşarken kimliklerini vurgulama gereksinimi hissetmeyen Ahıska Türkleri, sürgünün neden olduğu yeni koşullarda, kendi farklılıklarını ifade etmek ve kendilerini diğer gruplardan ayırmak için kimliklerini vurgulama ve güçlendirme gereğini hissetmişlerdir. Kırgızistan’da görüşülen bir Ahıska Türkü öğretim üyesi, Türklük konusundaki görüşlerini şu şekilde ifade etmişti:

Bir vakit bizlere Mesket dediler. Ben kendime ne Ahıska Türkü’nü yakıştırabiliyorum ne de Mesket Türkü’nü. Düz düzüne Türk de, yeter. Bizim milletten bazıları Azeri yazılı, bizim pasaportlarımızda Türk yazmalı. Türkiye’den gelenler bize Ahıska Türkü diyorlar. Kırgızlara da Kırgız Türkleri. Ben bu sözleri beğenmiyorum. Burada evvelden derlerdi ki, onlar Türk gruplarıdır. Çok sözlerin kökleri birdir ama Kırgız Kırgızdır, Özbek de Özbek. Şimdi bir politika var, tüm bu milletlerin sonuna Türk getiriyorlar, bunları arkadaş ediyorlar, yani Ahıska Türkü de bir, Kırgız Türkü de. Bu benim biraz zoruma gidiyor.

Ahıska Türkleri, farklı dine mensup gruplarla ilişkilerini sınırlı tutarken, aynı dine mensup, ancak farklı kültürel özelliklere sahip Orta Asya halklarıyla da çok yakın ilişkiler kurmamışlardır. Bu durum, kendini en çok evliliklerde göstermektedir. Ahıska Türklerinde grup dışı evlilik, Müslüman gruplarla bile son derece sınırlı kalmaktadır (Aydıngün, 2002c: 26). Yapılan mülakatlarda Ahıska Türklerinin büyük çoğunluğu grup içi evlilikten yana olduklarını ifade etmişlerdir. Karışık evliliklerin olduğunu belirtenler çoğunlukla başka milletten kız alınabildiğini, ancak kız verilmediğini belirtmişlerdir.

Ayşegül Aydıngün ve İsmail Aydıngün