O, baharın kızı, sarışınların en güzeli, komşularının en utangacı, yeşili ve kahverengiyi kendine en iyi yakıştıranı…

O, hoyrat ellerce en çok incitilen, yuvası en çok dağıtılan, tacını takıp gelinliğini giyemeden kalbi en çok deşilen…

O, kırların kızı, sessizliğe, sakinliğe sığınan bozkır güzeli…

O, bir dönemin şöhreti, gözdesi, göz kamaştıranı…

O, bugünün unutulmuşu, kalbi kırık prensesi, Anadolu’nun hüzünlü kızı…

Çiğdem’i ilk kez ilkokul öğrencisi iken gördüm. Hep o ilk gördüğüm haliyle hatırlarım.

Okul kapısının önünde bir satıcı. Elinde yayvan hasır sepeti var. Sepette demet halinde onlarca çiğdem, birbirine örülü. Sepeti bir büyük hücreye, çiğdemleri ise ayaklarından zincirlenmiş esirlere benzettim.

Bazı öğrenciler para verip çiğdem aldı. Sık dokulu minik top benzeri filelerdi ilk dikkatimi çeken. Satıcı, eline aldığı çiğdem demetini sepetin kenarına vurunca, kızıl toprak döküldü. Yarısı sepete, yarısı yere. Misket büyüklüğündeki çiğdemlerin hırpalanışına üzüldüm.

Alışkın minik eller, o güzelim torbacıkları, dantel gibi örülmüş kahverengi ağ katmanını acımasızca parçalayınca ortaya bembeyaz bir yumru çıkıyordu. Taze badem içine benziyordu. Farkı, tombulluğuydu.

Bana da ikram eden bir arkadaş oldu. Kokladım, sadece toprak kokusunu hissettim. Ağ benzeri keseciği yavaşça çıkardım. Soyulmuş, bembeyaz bir yumru elimdeydi. Her şeyi yiyemeyen bir çocuktum. Bir parça ısırdım. Ağzıma süt gibi, tatlımsı bir sıvı geldi. Kopardığım parçanın tadını sevmedim. Sanki soğan ve patatesin karışımından oluşmuş bir tat almıştım. Yutamadım, tükürdüm. Bir daha taze çiğdem yemedim.

Ama o gün gördüğüm çiğdemi, o kır güzelini hiç unutmadım.

Nasıl Kıydın Bunlara?

Koronanın ciddiye alınmadığı günlerden bir Mart günü, Kızılay’da çocukluk aşkım çiğdemle karşılaştım.

Altmış yaşlarında biri. Kaldırıma çömelmiş, elinde büyükçe bir naylon poşet. Elini soktuğu poşetten çiğdem çıkarıyor, beşini bir araya getirip demet yapıyor. En büyük çiğdemin boyu üç-dört santim kadar.

Bunları bir gazete parçasına sarıyor. Bir demet çiğdem için beş lira istiyor. “Ah be canım kardeşim, nasıl kıydın bu güzelliğe!” diye içimden söyleniyorum.

Sarı çiçekler sertliğini ve parıltısını kaybetmiş. Pörsümüş sarı çiçekler ve bir iki yaprak, çiğdemin gövdesine ağır gelmiş olmalı ki, ikiye katlanmış gibiler.

Mürekkep kokulu gazete parçaları gözüme tabut gibi gözüküyor. Çiğdeme hiç yakışmayan bir tabut. Kazada ölenlerin üzerine eskiden gazete kağıtları örtülürdü. Olay yeri incelemesi bitene kadar ceset, üstünde gazete kağıdı örtülü öyle beklerdi.

Kızılay’da da gördüğüm bunun benzeriydi. İnsan seli içinde, kaldırımda ölü çiğdemler ve gazete parçaları…

Çiğdemlerin kök yumrularının henüz oluşmadığını fark ettim. File görünümlü, toprak kokulu bohçaları yoktu.

Mart rüzgarında titreyen minicik mülteci çocuklar gibi; korumasız ve çıplaktılar. Narin, zarif, çok çok güzellerdi ama kökleri topraklarından ayrı düşmüştü.

Kızılay’da, poşetten çıkıp gazeteden tabuta konulan ve nereye gidecekleri meçhul körpecik çiğdemler acıma, şefkat, hüzün, kızgınlık vb. duyguları çağrıştırdı.

“Nerden buldun bu kadar çiğdemi?” diye sordum.

Çubuk’tan, Karacaören’den toplamış. Karacaören eskiden köydü, artık Ankara’nın mahallesi.

“Bunlar olmamış, fileleri bile yok, niye erken topladın?” dedim.

Sabah erken kalkmış, öğleye kadar kırlardan çiğdem sökmüş. “Binden fazla çiğdem var bu poşette” dedi.

Bilerek erken sökmüş; “Bunları balkona, bahçeye ve saksıya ekmek isteyenler oluyor. Bir de bu haliyle sevenler var. Bir bardakta veya vazoda birkaç gün canlı duruyorlar. Ondan erken topladım” diye devam etti.

Çiğdemci, daha doğrusu çiğdem avcısı “Kaç demet alacaksın” diye sorarken, ben çiğdemleri kırlardaki haliyle düşlüyordum.

Sarı çiçekli çiğdemin literatürdeki Latince adı “Crocus Ancyrensis” ve bu ismi 1876 yılında G. Mav isimli bir İngiliz vermiş. “Crocus” çiğdem, “Ancyrensis” Ankaralı anlamında. Yani çiğdemin adı “Ankaralı Çiğdem”dir. Yaygın kullanımıyla Ankara Çiğdemi’dir.“Toprak ıslanıyor, ıslandıkça kararıyor ve havaya güzel bir koku yayılıyordu. Oh! Bu ne hoş, ne rahmani bir koku idi! Bu cennet kokusu, toprak kokusu idi.”

Bu müthiş cümleleri yazan bir botanikçi ve Türkiye’de bitki sosyolojisi bilim dalının kurucusu olan Prof. Dr. Hikmet Birand’tır.

Rahmetli Hikmet Birand’ın Anadolu Manzaraları adlı eserinde Ankara çiğdemi ile yaptığı sohbeti yer alır.

Hikmet Birand gözlemci, güzel yazı erbabı, bitkilerle, ağaçlarla ve doğayla sohbet eden, kısaca “Doğaya fısıldayan adam”dır.

Alıç Ağacı ile Sohbetler adlı kitabı, Türkiye tabiatını öğrenmek isteyenlerin rehberidir. Çok satan kitaplardandır. Okumayanın bir yanı eksiktir.

Çiğdemli Pilav

Çiğdemi taze olarak yiyemedim, çocukluğumda bir parçasını ısırdığım nahoş tadını unutmadım.

Çorum ve Yozgat’ta çiğdemli bulgur pilavı, Gaziantep’te ise çiğdemli, kuzu etli ve pirinçli aşının yapıldığını duydum. Ankara’da da çiğdemli pilav pişirildiğini çok duydum ama hiçbir yerde önüme çıkmadı.

Pir Sultan Abdal’ın “Sarı Çiğdem”ini ilk kez 1970’li yıllarda Ruhi Su’dan dinledim. Hala dinlerim, tekrar tekrar. Bıkmadan, zevkle, ürpererek dinlerim. Pir Sultan, Ruhi Su ve Sarı Çiğdem, ruhumun üç güzeli, üçünü kardeş belledim.

İnsanın zulmüne mevsimler aldırış etmez. İlahi saatin ibresi şaşmaz. Bahar gelir, çiçekler açar. Doğanın, zulme uğrayan her parçası; çiçek, böcek, toprak, su, maden, ağaç, hava, ırmak ve deniz ya kirleniyor, ya azalıyor, ya can çekişiyor.

Başımızı kaldırıp çiçeğe, böceğe, kuşa ve yağmura bakmıyorsak bile onlara zulmetmeyelim. Baharı fırsat bilelim. Bahar yeniden diriliştir. Ruhumuzun toprağını alt üst edelim. Çiğnenen, katılaşan ve hor kullanılmış yanımızı nadasa bırakalım. Dinlenmiş, ihmal edilmiş ve unutulmuş yanımızı ise havalandıralım ve yeni düşünce tohumları ekelim. Yeni ürünler için hazırlık yapalım. Mevsimleri ve günleri nasıl yaşıyorsak öyle hissederiz. Bir bahar uzağımızdan geçip gidiyor. Görüyoruz, hissediyoruz ama içinde yer alamıyoruz.

Pir Sultan’la noktalayalım:

“Asacığı elinde
Hak kelamı dilinde
Çiğdemde dervişlik var.”